Hayal dediğiniz yumuşacık beyaz bir bulut; çocuksu ve masum. Bütün iyi niyetiyle bir resim çiziyor, bayram yeri coşkusunda boyuyor onu sonra. Ağırlığı, sertliği yok, kesici kenarları ve sivri köşeleri yok. İçi cıvıl cıvıl, dışı albenili.
Yürümüyor öyle bizim gibi, daha çok salınıyor yeryüzünde. Ara ara iyice keyfe gelip uçan balon misali yükseliveriyor yıldızlardan yana. Nazlı dalgalanmalarla ilerliyor bir aşağı bir yukarı. Kâh yere değiyor ayak parmaklarının uçları, kâh göğe eriyor başı.
Hayalin gözlerinin içi gülüyor, dudaklarındaki tebessüm teslim alıyor. Yaratıcı olduğu kadar da inatçı da, “hayır” cevabını kabul etmiyor. Boşluklara akıyor, delikleri dolduruyor. Duvar, sınır, engel nedir bilmiyor.
Hayal yıkılmışı, çökmüşü kolundan kavradığıyla ayağa dikiyor. Sımsıkı yumulmuş gözler ona açılıyor, kapanmış yürekler o kapıyı çalınca açıp onu içeri davet ediyor. Hayal gençleştiriyor, düşman çatlatacak kadar güzelleştiriyor.
Hayal meydanlarda gövde gösterisi yapmayan, güç yarışına girmeyenin sessiz ve derinden kazandığı zafer. Hayal zeytin ağaçlarının sırrı, narçiçeklerindeki umut, taze incirin ortadan ikiye ayrıldığı an, al rengi çileğin inadına yeşil yapraklarındaki şiir.
Hayal bileğin değil bilincin gücü, yüreğin inadına atışı. Islah olmaz açlığı insanın aşka, dokunmaya. Hayal nazlı bir isyan bayrağı kaderi bile durup düşündüren. Gönülçelen bir jest, doğru anda söylenmiş tek bir kelime, bir iki sihirli nota bizi şimdiden söküp uzaklara gönderen.
Ve düşünün ki, hayal günün birinde kırılıyor. “Nasıl yani?” diyor insan ister istemez. O yumuşacık yapı, o akışkanlık, o endam nasıl parçalara ayrılır? Tabiatında, dokusunda yok ki onun kırılmak. Düşse de yumuşak iniş yapar, parçalanmak şöyle dursun, burnu bile kanamadan yeniden ayağa fırlar.
Hem porselen tabak, kristal bardak değil ki bu kırılsın? Sivri kalem ucu, çetin de olsa ceviz kabuğu, şimşek gibi çakan futbol topunun isabet ettiği şansız pencere camı değil ki bu. Tırnak değil ki küçücük bir darbede kırılsın, testi değil ki su yolunda düşüp parçalansın. Kemik gibi sert değil, kol gibi kemikten kastan yapılmış değil.
Bal gibi de kırılıyor oysa hayal, üstelik ketum kol misali yen içinde de kalmıyor. Tuz buz olan parçaları ortalığa saçıldığında dünya alem seyrediyor. Oramız buramız çiziliyor, gerçek kanlar akıyor yaralardan. Tabanlarımızda hissediyoruz acıyı o sert parçacıklar çıplak ayaklarımıza batarken.
Hayal kırmak bir çeşit cinayet sanki, bir olgunun kimyasını değiştirmek, pofuduk beyaz bir buluttan kesici bir silah yaratmak. Varoluşun şifresiyle sorumsuzca oynamak, masumiyeti kirletmek, cesaretin yüzüne bir şamar indirmek. Geri dönüşü çok zor bir yola girmek.
Kırılan hayalleriyle birlikte insanın da yapısı değişiyor. Gölge düşmemiş iyimserliğe asit karışıyor biraz, bir tutam da acı gerçek tuzu. Kendini sorgulamaya girişiyor kişi, deli cesaretine ve saflığına yanıyor çoğu kez. Şüphe ediyor evvelki yargılarından. Sırtı üşüyor sonrasını düşünürken.
Yarabantlı, alçılı, koltuk değnekli hayallerimiz geçirdikleri travmadan sonra bakım istiyor. Ya onları toparlayıp sağlıklarına kavuşturmaya adayacağız enerjimizi, ya da onları kaderlerine terk edip yeni hayallere yatırım yapacağız. Peki, eskileri diriltmeye uğraşırken ne denli orijinaline sadık kalacağız?
Ya yeni yetme hayaller? Sahi onlar o ilk baştaki sınırsız yaratıcılıkla şekillenebilecek mi? Aynı coşkuyla çizilip renk renk boyanabilecekler mi? O kuştüyü yastık yumuşaklığı korunabilir mi?
O masumiyet, o çocuksu umut nerede şimdi? Nerede mucizenin en haşmetlisine inanan yürek? “Neden olmasın, neden bana olmasın?” diyebilen inanç hangi köşeye saklandı? Bir araya getirdiğimiz parçalarımız kaynak yerlerinden sızlamaya devam ediyorlar hala.
Veremeyeceğini bile bile birine dünyayı vadetmek niye? Sonsuza kadar seveceğini söylemek mesela ona, günlerimizin sayılı olduğu evrende. Niçin büyük laflar ediyor ve tutamayacağımız sözler veriyoruz? Niçin ayarımızı tutturamıyoruz kimi zaman? Ya da “aşka geldik abarttık, pardon” diyoruz. Sanki biz unuttuğumuzda karşımızdakinin hafızasında da silinecek dediklerimiz.
Dünya bizle başlayıp bizde biter sanıyoruz bazen. Kararlarımızın, adımlarımızın kimse üstünde izdüşümü yokmuş gibi davranıyoruz. Oysa ölçüsüz başına buyrukluk düşüncesizlikle örtüşünce çirkin bir görünüm alıyor. Öyle yenilikçi, havalı değil fena halde görgüsüz, hatta kaba duruyor.
Mehmet Erdem çok sevdiğim bir şarkısında “beni aldatma, beni söyletme” diyor. Belki yanı başımızdakilerden en net beklentimiz de sadece bu aslında. Hayatın bir yanı hep uçurum, evet. Ama öteki tarafı da gelincik tarlası. Önemli olan aradaki yolu doğru insanlarla yürüyebilmek.
Hayal kırmak bir çeşit cinayet sanki, bir olgunun kimyasını değiştirmek, pofuduk beyaz bir buluttan kesici bir silah yaratmak. Varoluşun şifresiyle sorumsuzca oynamak, masumiyeti kirletmek, cesaretin yüzüne bir şamar indirmek. Geri dönüşü çok zor bir yola girmek.
Birine yapacağımız en büyük iyilik belki de sadece onu hayal kırıklığına uğratmamak.
“Beni aldatma, beni söyletme” diyor Mehmet Erdem ve ekliyor:
“Yalanları düşündürür gözlerin…”
Brüksel, Ocak 2014