Sanırım ilkokul çağındaydım. Annemle kahvaltı ediyorduk. Aniden aklına bir şey gelmiş gibi konuştuğumuz konudan saptı ve “Necdet Tosun vefat etmiş!” deyiverdi. Hiç girizgahsız, küt diye, orta yere. Bir an boş boş baktım anneme, o dört kelimede saklı içeriğin ağırlığını hazmetmeye çalışıyordu beynim.
Belki on belki on beş saniye sürdü sessizliğim. Annem tedirgin olmuştu, endişeyle baktı yüzüme, sanırım bu kadar etkileneceğimi beklemiyordu. Ben çocukluğumun eğlenceli Türk filmleri arasında sanal bir gezintiye çıkmıştım o sırada.
Emel Sayın’ın şarkıları eşliğinde Tarık Akan’ı hayran hayran izlerken Hulusi Kentmen’in bıyıklarını çekiştirip kaçıyordum. Adile Naşit yakalıyordu beni ama cezalandırmaya kıyamadığı için köşkün mutfağında buluyordum kendimi. Becerikli aşçı Necdet Tosun yine ne güzellikler yaratmıştı!
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım, susturana aşkolsun!
Annem Necdet’le aramızdaki gönül bağını hiç anlamadı ama ölüm haberlerini bana alıştıra alıştıra (icabında geciktire geciktire) verme konusunda zamanla büyük adımlar attı.
****
Ben hiç Beyaz Atlı Prens bekleyen kızlardan olmadım. Düğün, dernek, gelinlik, balayı hayalleri kurmadım. Aşk düşkünüydüm, bakın o ayrı; kalanı Sıla’nın deyimiyle “kenar süsü”…
Teyzemin kızı Belgin bir gün evlenme kararı aldı. Ben o yıllar üniversitedeyim; ODTÜ kampüsünde yaşıyorum, beynim işlek, ufkum açık, bildiğiniz “kim tutar beni” vaziyetleri. Ankara Sanat Tiyatrosu, Dost Kitabevi, param olunca Mona Lisa’da bir pizza, üstüne illaki bir kestaneli kup. Cuma akşamları CSO konserleri, varsa yoksa has arkadaş muhabbeti, baharları kaçtığımız Bodrum ya da Gökova sahilleri…
Soluk aldığım bu çerçeve içinde insanların niye evlendiklerini anlamam mümkün değil ama “bireyin özgür seçimi” önünde boynumuz kıldan ince, uymasa da saygıyla karşılıyoruz icabında. Elaleme gösterdiğimiz iyi niyeti kuzenden mi esirgeyeceğiz, çenemizi kapalı tutmaya çalışıyoruz biz de.
Belgin bildim bileli güzel, alımlı, havalı ve inanılmaz süslü. Öyle ki, benim bir kitabın üstüne kapaklandığım saatler boyunca o saçı, başı ve makyajıyla uğraşabilir ve zaten şahane olan görüntüsünü kusursuz hale getirebilir. Ben o zamanlar “ya bir ya sıfır” kadınıyım. Sanıyorum ki, ya dış güzelliği seçeceğiz ya da aklın yolunu, bunun ortası, ayarı, kıvamı olmaz.
Ben bu dönemde şimdiki halimden yedi sekiz kilo daha şişkoyum, kışın bot yazın sabo ile dolaşıyorum. Kazara eteğim ya da topuklu ayakkabım yok. Makyaj nedir bilmiyorum, kırk yılın başı saçım fönlendiğinde aile içinde bir bayram havası esiyor ve sırtım sıvazlanıyor.
Uzatmayalım, bir gün teyzeler ve yeğenlerin bir arada olduğu bir ortamda Belgin’in gelinliğinden konuşuluyor. Ben kafamda yine uzaklara gitmeye yeltenirken, yanlış anımsamıyorsam annem ilginç bir öneriyle çıkageliyor: “Deniz ya, Allah aşkına bir denesene Belgin’in gelinliğini!”
Gözlerimi hayretle açıp bakıyorum anneme. Bana niye böyle bir zulmü çektirmeye karar verdiğini anlamaya çalışıyorum. Geçen gece telefonda yine çok uzun konuştum diye haşladı beni, üstelik arayan da ben değildim. Ona para yazmayacağını söylediğimde de bozulduğuyla gitti salona. Bedel ödüyorum kesin, alemin maskarası yapacak beni.
Normalde bedenimi çiğnemeleri gerekir beni razı etmek için ama bu kez meydan okur gibi “tamam” diyorum sadece. Hodri meydan! Küçük bir sessizlik oldu; biliyorum inanamadılar. Belgin kendini tutmasa bir kahkaha patlayacak ama kibar kız, ağzını büzüyor başını hafifçe eğip.
İçeri odaya geçiyorum kararlı adımlarla. Belgin de arkamdan. Yıllardır elbise dahi kuşanmayan ben, bu çetrefilli kıyafeti hangi kulbundan tutup nasıl üstüme geçireceğim en ufak bir fikrim yok. Belgin sakin, öneri şeklinde paketlenmiş komutlarıyla beni yönlendiriyor. Neyse giydim, beklediğimden acısız oldu bu süreç.
Salona geçiyorum. Ben daha çok soytarılık havamdayım. Herkes bana bakıp gülecek, şamata gırgır bir üç beş dakikadan sonra da bu işkence bitecek diye düşünüyorum kafamda. Ama öyle olmuyor işte. Annem de teyzelerim de beni gelinlikle görünce bir garip duygulanıveriyorlar, bir romantizm seli, yapış yapış lirik hislenmeler ve iç çekmeler arasında neye uğradığımı anlayamıyorum.
Ben bu bocalamanın derinliklerinde çırpınırken aynadaki aksimle buluşuyor gözlerim: “Aman Allahım! Üstümde bir gelinlik var”. İçimden bir ses olanca gücüyle “kurtarın beni!” diye bağırmaya başlıyor o sırada. Gelinliğin yumuşacık dokusu çıplak bedene giyilmiş metal bir zırh misali hoyratça hırpalıyor oramı buramı. Aynı anda kapana kısılmışlık duygusu dozunu arttırarak hükmediyor ruhuma.
Gök gürültüsü misali kopuyor ağlama krizim, tutana aşkolsun. Bir yandan da üstümdekinden biran önce kurtulmak için debelenmeye başlıyorum. Sanki daraldıkça daralıyor bu elbise üstümde, yüreğimin üstüne baskı yapıyor, nefes almamı engelliyor. Boğulacağım.
Herkes şokta. İşin garibi annem de ağlamaya başlıyor bu noktada. İçeri odaya atıyorum kendimi, Belgin fermuarı açıp geçit veriyor bana bu tünelden dışarı. Fırladığımla çıkıyorum, kalbim küt küt atıyor, hala hıçkırıyorum. İçim allak bullak.
Belgin’in elinde onca dantelin masumiyetiyle susan gelinliğe bakıyorum ters ters. Bu mu zanlı gerçekten? Bu kumaş parçası mı bu delişmen bağrış çağrışın nedeni? Ne tehditkar ne de kindar oysaki duruşu, daha çok şaşkın, benim içimde yanan bir noktaya bakıyor.
****
1994 senesinde ben Brüksel’e taşındıktan kısa bir süre ailemiz şansız ve kederli bir döneme girdi. Zamansızca baş gösteren bir yaprak dökümü ardı ardına sevdiklerimizi aldı elimizden. Çalan telefondan korkar olmuştuk. Kara haberin en kötüsünü gurbetteyken almak bir başka türlü etkiliyor insanı. Kolu kanadı kırılıp eline veriliyor anında.
Annem ve babam da o ara bana üstüste kayıp haberi iletmekten perişan olmuş olacaklar ki teyzemin vefatını sakladılar benden. Hem de öyle üç gün beş gün değil, aylarca. Ne zaman ki Ankara’ya ziyarete gidiyorum ve adet üzerine ilk akşam bizde toplanan aile meclisinde teyzemi göremeyince soruyorum, o zaman – evet ancak o zaman – alıyorum haberi.
İnsan inanamıyor. Yalan deseniz yalan değil, gerçek belki ama sizin kabul edesiniz yok. Zaman deseniz, geçmiş. Herkes acısını yaşamış, birlikte ağlamış, isyan etmiş. Yanmış, kavrulmuş, belki ilk şokun etkilerinden az biraz kurtulmuş.
Siz yalnız, siz bir acı haberle başbaşa. Siz bayat ve çok ağır bir haberle yüzyüze, hatta koyun koyuna. Yıldızlardan da uzakta hissediyorsunuz en yakınınızdan bile, midenize oturan koca bir taşla kalakalıyorsunuz. Yasınızın katmerli karanlığı içinde tutsak ediyor sizi, aldatılmışlık mı bu terk edilmişlik mi bilemiyorsunuz.
Gülsen Teyzem benim doğum günümde vefat etmiş. Belki biraz da bu yüzden dilleri varmadı bana söylemeye. Anne babanın kendi çocuklarını koruma içgüdüsü işte. Tam olarak anlamasanız da kabulleniyorsunuz sizin için verilmiş bu kararın sonuçlarını.
Teyzem için ağlamadım mı? Ağladım elbette ama hep mahzundu gözyaşlarım. Tekil, küskün ve buruk aktılar. Varla yok, hayalle gerçek, dünle bugün birbiriyle harmanlandı ve teyzem hep arada bir yerlerde kaldı benim için. Ne doya doya sarılabildim ona, ne de uzun zaman usulünce vedalaşabildim anısıyla.
****
Yıllar sonra güneşli bir sabahta Floransa’nın lezzet yuvası pastanelerinden birine daldım. Taze kahve kokusu hamur işinin kışkırtıcı çağrısına dolanmıştı. Baştan çıktım haliyle.
Tam camlı vitrindeki iştah açıcı seçenekleri tarıyordum ki üstü tırtık tırtık kurabiyelere takıldı gözlerim. Takılmalarıyla da sulanmaları bir oldu. Teyzem yapardı bunlardan; ah o kıtır kıtır ve hafif esmer güzellikler…
Senelerin yapamadığını tırtık kurabiyeler yaptı. Necdet Tosun’u kıskandıracak bir coşkuyla ağlayıp içimdeki kasveti oracığa bıraktım. Teyzemin kaybının yarattığı anlamsız boşluk yerini onun ışıltılı anılarına bıraktı. Kurabiyelere akan sevgisi, özeni, titizliği doldurdu içimi.
Tırtık kurabiyemi sütlü kahveme bandım, o ağzımda erirken ben Gülsen Hanım’ın her Hıdırellez’de bütün aile bireyleri için adadığı adakları anımsayıp gülümsedim uzun uzun. Bana seyahat dilemiştir sanırım, ne şanslıyım ki tutmuş temiz kalpli dilekleri.
Gezginin en ballısı yüreğinde yuvasının sıcaklığını taşıyanıymış. Ne şanslıyım ki içim sıcak; yuvanın anıları benimle gezer durur.
Brüksel, Ocak 2014
İki kez okudum..Duygularını anlıyabiliyorum..dersem yanılıyormuyum onuda bilmiyorum..ama şurası bir gerçek ki muhteşem anlatıyorsun..anlattıkça o duygu sellerinin bağrından nasıl taştığını hissedebiliyorum..yazmaya devam güzelim..sanki sen bunun için yaradılmışın..sevgiler sana ..
Yazarken de öyle bir akış içinde kendiliğinden oluşuyor ki cümleler, ben de yaşamın en dolu dolu anlatını yaşıyorum anlatırken. Sonra uykudan uyanır gibi bitiriyorum. Neredeyim? Rüya mı gördüm? Bakıyorum, yazdıklarım var. Rüya değilmiş, ne güzel…