Şatonun uzun, benim kısa tarihimiz

sato3

Diyeceksin ki şimdi: “Senin Fransa’nın o küçük kasabasında ne anın, ne tarihin olabilir ki? Daha dün bir, bugün iki o diyarlara gidişin. Üstelik, tamam seviyorsun da Fransa’yı, kabul et ki Belçika’da yaşıyorsun. Gidip gelmeler var elbet, kısalı uzunlu tatiller, hafta sonu kaçamakları, iş gezileri.

Diğer yandan Fransa dediğin de koskoca bir memleket. Hangi köşesine yetişeceksin Allah aşkına, malum gez gez bitmez. Üstelik, bir kentte tarih yazmak öyle iki turistik geziyle gerçekleşmez. Birikim gerekir, yaşamışlık gerekir, sevdiklerinle paylaştığın anlar sonra, hani aklında kalan kesitler, fotoğraf kareleri mesela…”

Haklısın böyle düşünmekte, benim de bu sabah yolda buraya gelirken benzer sorgulamalar dolandı aklımda. Eskilere gittim, yenilere döndüm, insanlar ve anlar resmi geçide durdular gözlerimin önünde. Ne kadar hızlı geçmiş zaman, bir kez daha şaşaladım.

Şato otelin demir parmaklı kapısından girerken yine ilk seferki heyecanı duydum. Resepsiyonda o konuşkan kız vardı, bizi ışıldayarak karşıladı. Hal hatır sorayım filan derken muhabbete daldığından evraklara imza attırmayı bile unuttu.

Bize odamıza kadar eşlik ederken birkaç gün önce bahar temalı yeni tadım mönüsüne geçtiklerini müjdeledi. Akşam yemeğini heyecanla beklememiz için ağzımızı sulandıran birkaç küçük sır verdikten sonra odamızın kapısını araladı, bizi içeri buyur etti.

Şatonun bir bahçeden çok bir parkı andıran geniş yeşilliğine iki cepheden hakim bu odanın manzarasına doyamıyorum. Birkaç başka oda da denedik önceki kalışlarımızda, en sevdiklerimden biri kesinlikle bu. İnsan hangi pencereden baksın bilemiyor, keyifle bir o yana bir bu yana koşuyor.

Doğa da iyice coşmuş artık, yeşilin tonları birbirleriyle yarışıyorlar. Bahar yazla kavuşmaya hazırlanıyor. Bahar yazı çok özlemiş, yazın da gelesi var artık, seziliyor.

Burayla ilk tanıştığım günü anımsıyorum. Arkadaşlarla gelmiştik o hafta sonu tatiline, üç çifttik. Cumartesi gününü yerel üreticilerde tadım ve mahzen ziyaretleriyle geçirmiş, üzüm bağında başlayıp sofralarda son bulan şampanya maceralarını dinlemiştik. Emek, özen, deneyim ama hepsinden öte bir aşk hikayesi gizliydi bu serüvenlerde.

Ana yolları terk edip şampanya üreticilerinin mevzilendiği küçük köy ve kasabalar arasında kıvrım kıvrım ilerlerken bağlara hayran hayran bakmıştık. İçlerinden geçtiğimiz yerleşim yerleri sevimli ve bakımlıydı. Çiçek dolu göbeklerle karşılanıyor, yine çiçeklerle uğurlanıyorduk her birinde.

İnsan inanamıyordu ilk bakışta, küçücük bir köy mesela düşün; sayılı hanesi var, çiçek cenneti bahçeli evleri masal kitaplarından çıkmış gibi. İşte köşede ekmek fırını, işte gazeteci, kasap, belki bir berber, bir peynirci. Aynı köyde ben diyeyim üç, sen de beş şampanya üreticisi.

Çoğunun girişindeki levhalarda çat kapı gelen ziyaretçilere alışık olduklarını gösteren davetkar bir mesaj var. Başta ürkeksin, ama alışıyor insan zamanla. Zile basıyorsun, tadım için geldiğini söylüyorsun. Seni içeri buyur edip şampanyalarından ikram ediyorlar.

Gösterdiğin ilgiye oranlı olarak da tarihçeleri ve üretim felsefeleriyle ilgili bilgi paylaşıyorlar. Satın alma zorunluluğu yok. Meraklısını bulurlarsa, onlar da zaten keyfe geliyorlar. Çoğu ana babasından devralmış bu işi, hem çocukluk anıları, hem aile kültürü var iş ahlaklarının mayasında. Şevkle sahiplendiklerini, aşkla çalıştıklarını görmemek imkansız.

Ne diyordum ben, bu şatoya ilk gelişimi anlatacaktım. Bak, konu sevdiğimden olunca lafı taa nerelere getirdim. O Cumartesi günü diyordum, arkadaşlarla gündüz bu keyfi yaşayıp sonra akşam da gastronomik bir şölenin tadını çıkarmıştık. O zaman otuzlu yaşlardaydık hepimiz, enerjimiz de ateşimiz de gürül gürüldü.

Ertesi sabah geç uyandık. Herkes kahvaltıda “aman dün akşam çok yedik içtik” muhabbeti yaptı, biraz da suçlulukla. Sonra arabalara binip Brüksel istikametine dönmeden biraz daha buraların tadını çıkaralım diye anlaştık yine de.

Aramızdaki Bilinçli Çift bize bu şato otelden bahsettiler, konumunu, bahçesini ve servisini pek övdüler. “Oradan geçelim, hem o civarı görürüz, hem oteli ziyaret ederiz” diye aklımızı çeldiler. “Bir dahaki sefer için referans da olur” dediler.

Acemi Çift (ki onların bölgeyi ilk ziyaretiydi) gezme kısmına evet dedi ama “boğazımıza kadar tokuz, nolur artık daha az yiyip içelim” diye yalvardılar. Bizse keşif dürtüsüyle yola atılmıştık bile, en önden koşturuyorduk.

17. Yüzyıldan kalma bu şato binanın ihtişamıyla değil, onu şefkatle kucaklamış doğasının bonkör güzelliğiyle insanı daha ilk görüşte etkiliyor. Demir parmaklıklı kapıdan girildiği anda dış dünya gerçekten de dışarıda kalıyor. Çirkin sesler kesiliyor.

Kuş cıvıltısı akan suyun fısıltısına karışıyor. Yapraklar hararetli bir sohbette gibi hışırdıyorlar arka planda. Çim kokusu burun deliklerinden içine süzülüyor.

Azın çokluğunda kendini buluyor insan. Parkın sınırı ormana karışıyor, onun arkasındaki karayoluysa çok uzakta kalıyor. İnsanın yol bulup da buradan gidesi yok zaten, zamanı sündürmek için bahaneler arıyor.

Bilinçli Çift mekanın bizde yaratığı belirgin etkinin keyfini çıkarırken bilmiş bilmiş gülümsüyorlar. Onlar yeni evli o zamanlar, tropik bir adada masalsı bir törenle taktılar yüzükleri. Sürekli birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar, aşk sözcükleri desen, havada uçuşuyor. Romantizmin kitabını yazmışlar.

Mekanın tadı damağımızda dönüyoruz Brüksel’e. Acemi Çift de bizim gibi düşünmüş olmalı ki, bir süre sonra ikinci bir gezinin planlarını yapmaya koyuluyoruz birlikte. Bu kez Yeni Çift ekibe dahil oluyor, Bilinçli Çift ise özür beyan ediyor. Yeni bir altılı kombinasyonda düşüyoruz yollara.

Cumartesi günü bölgenin daha önce görmediğimiz kısımlarını keşfe çıkıyoruz ama herkesin aklında vakitlice otele dönmek var belli. Hava kararmadan o parkın keyfini çıkarmak, gün batımında terasta oturup o yeşillikle bakışmak istiyoruz.

Yeni Çift mekanın methini duymuş ama daha önce hiç gelmemişler. Heyecanımız bulaşıcı, onlara da geçiyor. Nitekim, otele vardığımızda onlar da valizlerini odaya bıraktıklarıyla bahçeye koşuyorlar. Su boyunca yürüyoruz, ağaçlık alanlara dalıp dar patikalarda kayboluyoruz.

Zaman zaman su kenarındaki tahta banklarda soluklanıyoruz. Bazen tüm grup birlikte, bazen daha küçük kümeler halinde sohbet ediyoruz. Bu yeşillik, bu sabırlı sakinlik insanın zamanla mizacını bile değiştirebilir sanırım.

Laf lafı açıyor, konular birbirini kovalarken paylaşımlar samimi ve lezzetli. Çocukluk anıları gelecek planlarına takılıyor. Açık sorular düşüyor derken yeşile, yaratıcı yanıtlar sonra. Sessizlik oluyor bazen, saygın bir sessizlik.

Hava kararırken içeri geçiyoruz. Kış bahçesinde sunuyorlar akşam yemeğini. Kahkahalar havada kıvılcım misali yanıp sönüyor. Gece yıldızsız ama altımız da parlıyoruz.

* * * *

Bir Temmuz günü, bu sefer baş başa geliyoruz şatoya. Aylar süren maraton sonuçlandı, aklıma koyduğum iş artık benim. Bu hayal gerçekleşirse gider kutlarız demiştik, işte oldu. İçim pırıl pırıl, yüreğim hafif, bıraksan havalanacak.

Temmuz ayında hava kapalı, bulutlar kalın kalın katmerli. On iki derece var yok sıcaklık, yağmur kapıda bekliyor. Bahçenin tadını çıkaramadık, bırak dışarıda dolaşmayı, içerde bile ürperiyoruz.

Ana salonda veriyorlar yemeği. Pencereden bakıyorum ara ara. Başka gün olsa üzülür, bozulurum. Yaz ortasında bu ne talihsizlik der, surat asarım bütün gün.

Bugün o gün değil. Hava umurumda değil. Kendi ışığım yetiyor da artıyor bile. Sabrımı, çabamı, başarımı kutluyorum. İçim pırıl pırıl, yüreğim hafif, bıraksan havalanacak.

* * * *

Üç sene kadar geçiyor aradan. Yine şatonun yolundayız. Talihsizlik çıkınımız açılmış o dönem; üzüntüler, hastalıklar, belalar arka arkaya gelmiş. Ne zamandır ilk kez düzlüğe çıktık, moral arayışıyla kırdık dümeni güneye, büyülü bahçede huzur bulacağız.

Üç buçuk saatlik yolun son saatine üç kala lastik patlıyor. Demek dert çıkını daha boşalmamış. Çekici bizi Cambrai şehrinin en bilinen tamircisine götürüyor. Brüksel’de neredeyse sıfır stokla çalışan dükkanlara alıştığımızdan moralsiziz. Hemen değişmezse lastik yandık, rezil oldu hafta sonu.

Tamirciye girer girmez çaresiz romantik kadın kartımı kullanarak öne atılıyorum. Beni şaşkınlıkla dinleyen beş iri yarı adama geçirdiğimiz talihsiz dönemden sonra Fransız kültürünün koynunda avunmaya giderken yolumuzdan olduğumuzu, bu hafta sonunun gözümüzdeki sembolik önemini anlatıyorum neredeyse hıçkırıklar arasında. Tamirhane uzun zamandır böyle drama yaşamamış belli, ilgiyle izliyorlar performansımı.

Seferber oluyorlar sonra da adamlar. Biri beni teselli edip kahve ikram ederken, diğerleri arabanın başına koşup yarım saatte hallediyorlar işi. Ayrılırken de hafta sonumuzun kalan kısmının keyfini çıkarmamızı tembihliyorlar. Utanmasam alınlarından öpeceğim.

İki saat gecikmeyle varıyoruz şatoya ama hedefe ulaştığımız için mutluyuz. Bu vesileyle hem Cambrai şehrini görmüş olduk, hem de Fransa’daki araba tamir/bakım işlemlerinin kalitesi konusunda fikir sahibi olduk.

Hayat her zaman dört dörtlük olmuyor, en iyi sen bilirsin. Eldekinin tadını doya doya çıkarmak lazım.

* * * *

İşte bugün öğleden sonra da bu mekanın yeşilinde yüzerken gözlerim, şatonun uzun benim kısa tarihimin konukları geçiyor aklımdan. Bu cennetle tanışmamıza vesile olan Bilinçli Çift mesela: İnanmayacaksın ama birkaç yıl önce boşandılar. Onca aşk, onca muhabbet kifayetsiz kaldı. Bir yol sapağında vedalaştılar.

Acemi Çift desen, onlar çocuklular ekibine karıştı. Baş başa seyahatleri, yetişkin gezileri azaldı haliyle, başka öncelikleri var şimdi. İlginçtir ama geçenlerde itiraf etti arkadaşım; buraya kalmaya gelişimizden bir gün önce öğrenmiş bebek beklediklerini. “Haber çok yeniydi, o zaman söyleyemedim, çekindim” dedi utangaç bir gülümsemeyle.

Belki günün birinde ailecek, hep birlikte dönerler buraya. Çocuklar bağırış çağırış koştururlar bu büyülü bahçede. Kahkahaları yeşilliği okşar, bilge ağaçlar belli etmeden gülümserler aralarında.

* * * *

Bugün öğleden sonra bu parkta yürürken başımı kaldırıp o ağaçları seyrettim ben de. O yeşil öbekler vardı yine üstlerinde. Yeni Çifti düşündüm: “Çocukken biz ağaçlara tırmanır bu öbekleri toplardık” demişti kız. Kurutup dekorasyon amaçlı kullanıyorlarmış evlerinde.

sato2

Eşi ilerledikten sonra eklemişti alçak sesle kulağıma: “Ben çıkmazdım da, çocuklar benim için çıkarlardı ağaca”. Dünyanın en güzel gülümsemesi belirmişti dudaklarında o an, belli belirsiz bir göz kırpmıştı sonra da.

Bir ordu genç canlanmıştı o an gözümde. Koşup koşup ağaç gövdelerine sarılıyorlar. Aşkla tırmanıyorlar, en gösterişli öbeği bir an önce kapıp, bekleyene sunmak sevdasındalar. O gülümsemenin hayaliyle can buluyor bedenleri, devinimleri fişek gibi.

Bilge ağaçlar belli etmeden gülümsüyorlar aralarında.

* * * *

Soruyordun ya hani, senin Fransa’nın o küçük kasabasında ne anın, ne tarihin olur diye. İşte bu dediklerim var mesela, sonra sen varsın, seninle de hatıralarımız var bu bahçede.

“Hiç gitmedik ki biz oraya beraber” diyeceksin biliyorum. Oysa sen burada da benimleydin. Düşünsen azıcık bulacaksın.

Baba, hani geçen yaz bir gün buracıkta, şu su kenarındaki tahta bankta oturuyordum ben öylece. Annemi yeni kaybetmiştik, midemde bir taş, yüreğimde bir ateşle gezeliyordum ortalıkta. Sen gideli daha uzun zaman olduğundan belki, kafamda seninle konuşmaya daha bir alışkındım.

Akan Suya Anlattıklarım’ı o gün senin için yazdım. Ben anlattım da anlattım. Sana cevabını hiç öğrenemeyeceğimi bildiğim sorular sordum ardı ardına. Senin sessizliğin beni iyice konuşkan yaptı, saatlerce o sakin suya karşı çağladım.

O gün sen de, ben de buranın tarihine yazıldık.

* * * *

Güneş iyice alçaldı şimdi, akşam inmek üzere. Şatonun kütüphanesinde cam kenarındaki koltukta epey bir zamandır aralıksız yazıyorum. Yüreğimin parmaklarıma hararetle dikte ettirdiği bu anlarda başka bir boyutta yaşıyorum sanki. Dışarıdaki suskun yeşillik hem tanıklık, hem yoldaşlık ediyor bana.

Artık odaya çıkıp yemek için hazırlanmam gerek. Bugün özel bir gün malum, mutlaka hatırlarsın. Unuttuysan da annemden çekeceğin var, benden söylemesi. Bil ki o senin yokluğunda da kutlamaya devam etti.

Bizim de bu akşam şerefinize kalkacak kadehlerimiz.

Kaçarınız yok artık, şatonun uzun, benim kısa tarihimde sonsuza kadar bizimlesiniz.

Evlilik yıldönümünüz kutlu olsun.

Sevgi ve özlemle,

sato1

Courcelles Sur Vesle, Mayıs 2014

6 thoughts on “Şatonun uzun, benim kısa tarihimiz

  1. Denizcim, ne olur aglatma! yakında olsak sarılır birlikte ağlar, başını omzuma dayatırdım. İnan onlar birlikte bu dünyada yaşayamadıkları mutluluğu yaşıyorlardır. Tek üzüntüleri senin bu denli duygusallığın olmalı diye düşünüyorum. Anılarda yaşatmak güzel de, boynu bükükmüş hissine dayanamıyorum. Hak etmediğini düşünüyorum
    . Bağışla beni bu yorumum için.

    • Gülcihan Abla, çok sağol beni düşündüğün için. Gayem ağlama edebiyatı yapmak değildi. Ben anarken üzülüp kahrolmuyorum, andıkça kaybettiklerimi daha çok yanımda hissediyorum, kuvvet buluyorum. Amacım da kalbimizde gezen sevdiklerimizin geleceğimizin de tarihimizin de bir parçası olduklarını göstermekti. Tıpkı bizimle omuz omuza gezenler gibi. Kalemin ölçüsü kaçmışsa affola. Çok sevgiyle…

Leave a reply to Alper Mumcu Cancel reply