Kendi halinde bir dönüş hikayesi

donus

Mercedes marka siyah taksi kaldırıma yanaştı. Takım elbiseli tıknaz şoför arabadan inerken bagaj kapısı da otomatik olarak açıldı. Kuru bir “bon soir” ile beni selamlarken başı eğik, bakışları da valizime yönelmişti. Ben de ona iyi akşamlar dilerken gözlerine ulaşmaya çalıştım. Ancak o sırada çantamı bagaja yerleştirmeye odaklandığı için kontak kurmayı başaramadım.

Bana öğretildiği üzere, birkaç gün önce evden havaalanına gelirken gidiş-dönüş ücretini toptan ödediğimi, dolayısıyla da şimdiki yolculuğumuz için ona elimdeki fişi takdim edeceğimi söyledim. Niyeyse bu bildirimi araca yerleşmeden yapmanızı bekliyor Belçikalılar. Sonradan söylerseniz de adını koyamadığım nedenlerden dolayı müthiş asabi oluyorlar.

Şoför “duydum” gibilerinden başını salladıysa da beden diliyle bu haberden hiç haz etmediğini gayet net bir şekilde anlattı. Eskiden olsa bozulur, hatta içerlerdim. Ancak artık bu tarz tepkilere alışkın olduğum için hiç aldırmadım.

Çok garip aslında düşününce; evinizden havaalanına gitmek için taksiye bindiğinizde sizi gidiş-dönüş bilet almaya teşvik eden işletmenin elemanı eve dönüş yolunda sizi aynı karar için yargılıyor, hatta biraz suçluyor. “Alan memnun, satan memnun” prensibi üzerine kurulu sandığınız ve o yüzden de hevesle imzaladığınız bir anlaşma bir anda size en karanlık yüzünü gösteriyor. Bu yetmiyormuş gibi, sizin olmayan bir borcu omuzlarınıza yüklemeye çalışıyorlar sanki.

Havaalanı yolunda size bu sistemin avantajları anlatılıyor; sözgelimi, gidiş için otuz beş, dönüş için otuz beş avro ödemek yerine, baştan ve bir seferde toplam elli beş avro vererek aslında on beş avro kâra geçiyorsunuz. Bu avantaj yetmezmiş gibi, size bir de duty free’deki alışverişlerinizde kullanmanız için yedi buçuk avro değerinde bir indirim kuponu veriyorlar.

Kuponu konuşturabilmek için en az elli avroluk alışveriş yapmanız şart, ama bu devirde kim havaalanından eli boş geçiyor ki Allah aşkına? Üstelik kupon tam iki ay geçerli, şimdi olmasa sonra mutlaka işinize yarar diyorlar. Kısacası, elbette her hâlükârda kazanan siz olacaksınız. Şahane!

Çoğunluk bu gidiş dönüş biletini almaya razı oluyorsunuz. Zaten havaalanına giderken genelde keyiflisiniz, ya tatile, ya iş gezisine çıkıyorsunuz. Her iki ihtimalde de hem günlük hayatın dertlerini, hem de Brüksel’in kaderin sillesini yemiş iklimini geride bırakacağınız için memnunsunuz. Teklif iyimser aklınıza yatıyor.

Kimse size dönüş yolunda başınıza geleceklerle ilgili bir uyarıda bulunmuyor haliyle. Hakkınızı kullanmak istediğinizde size surat asılacağı, yüzünüze “aman ya, yine mi kağıt parçası, bana gerçek para lazım” gibilerinden bakılacağı söylenmiyor.

Akşamın sekiz buçuğu. Hava kararmış, yağmur kapıda. Sıcaklık on bir derece. Az önce valizden çıkarıp keten elbisenizin üstüne alelacele çektiğiniz deri montunuz uyum açısından bir fiyasko sayılsa da size geçici bir koruma sağlıyor. Çorapsız bacaklarınız diken diken, titriyorsunuz hafiften.

O gariban halinizle “Bugün şansız günümdeyim, gelen geçen kupon veriyor” diye içlenen şoföre bakakalıyorsunuz. Sanki paranız para değil, sanki “avantajı” kullanmakla suç işlediniz. “Nasıl yanı?” diye isyan etmek istiyorsunuz.

“Satarken iyiydi de şimdi mi mundar oldu?” diyesiniz geliyor ama haliniz yok. Eylül ayında yaz yaşayan bir ülkeden kopup gelmişsiniz. Daha bu sabah açık havada kahvaltı ettiniz. Birkaç saat önce denizin tuzu okşadı bedeninizi. Henüz kendinize gelemediniz.

Valizinizdeki kirliler, posta kutunuzda sizi bekleyen faturalar geliyor aklınıza. Buzdolabınız tamtakır, zaten Ege mezelerinden sonra o azman kart salatalıkları, mutsuz domatesleri, kokmayan halsiz yeşillikleri zor beğenirsiniz. Üstelik ertesi sabah erken kalkıp işe gideceksiniz. E-postanızdan uzak üç gün geçirmeyi başardınız, neyse ki. Ancak tabletinizin ekranındaki beyaz zarf gittikçe şişmekte.

Bu şartlarda var olan gücünüzü de ağız dalaşına kullanmak istemiyorsunuz. Sessiz kalıp derin bir nefes alıyorsunuz. Aklınıza güzel bir an düşüyor, daha bu sabaha ait. Gülümsüyorsunuz.

Hava sıcaklığı Eylül ayı için acıklı boyutlarda seyrederken, niyeyse kliması tam kuvvet çalışan arabanın sağ arka koltuğuna geçiyorsunuz sessizce. Deri döşeme dokunduğuyla üşütüyor. Ceketinize adamakıllı gömülüp çantanızdan çıkardığınız acil durum fularını boynunuza doluyorsunuz.

Arabanın içi tertemiz, tüm göstergeler çalışıyor. Şoförün ehliyet bilgilerinden tutun da, şikayet anında arayacağınız telefon numarasına kadar herşey açık seçik belirtilmiş. Radyoda haberler okunuyor usul usul. Valonlar son seçim sonuçlarına dem vurup Flamanlara dokunduruyor inceden. İki taraf da mütemadiyen kıpır kıpır, bir türlü sığışamıyorlar memlekete.

Şoför kupondan okuduğu ev adresinizi GPS’e girmiş çoktan. Kibar bir kadın sesi sizi adım adım evinize doğru yönlendiriyor. Etrafta tek tük araba, herkes şeridinde ilerliyor. Korna sesi yok, aniden önünüze kıran yok. Daha sarı ışıkta hep bir örnek duruyor taşıtlar. Yaya deseniz, ya var, ya yok.

Burası iddia edildiği üzere Avrupa’nın başkenti.

Medeniyete hoşgeldiniz!

Niyeyse içiniz üşüyor…

 

Brüksel, Eylül 2014

 

1 thought on “Kendi halinde bir dönüş hikayesi

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s