Muavin
Yıllar önce bir gün annem ve yengem Ankara’dan Konya Ereğli’ye otobüsle seyahat ederken çok yaman bir muavine denk gelmişler. Bu son derece iyi niyetli ve becerikli genç 3-4 numarada oturan bu süslü hanımlara hizmette kusur etmediği gibi, özeni ve güleryüzüyle bizimkilerin gönlünü fethetmiş. Yolculukları da sohbetleri de bu sayede canlanmış, renklenmiş.
Eşlerinin memleketine aile ziyaretine giden bu iki emekli bankacı kadın hem şık, hem de bakımlı halleri ve kendilerini dimdik taşıyışlarıyla muavinin daha ilk baştan dikkatini çekmişler. Ancak genç adamın ilgisi onları sadece “önemli insan” saydığından değilmiş. Tüm yolcular için aynı hevesle koşturuyormuş.
Annemle yengem Ereğli’ye varınca otobüsten indikleri gibi şirketin terminaldeki ofisinin yerini sormuşlar. İnsancıklar tedirgin olmuş; bu kürklü, taşlı gözlüklü, havalı çantalı hanımlar olsa olsa şikayet etmek için yetkiliyi arıyorlardır diye düşünmüşler. Yol gösterilmiş ama ürkülmüş de. Annemler önden, şoför ve muavin arkadan ofise doğru yürümüşler, öndekilerin başı dik, arkadakilerin boynu bükük.
Yetkili bizimkileri ayakta karşılamış. Muhtemelen babam ve Avni Amcamı da en azından ismen tanıdığından saygıda kusur etmemiş, hal hatır sormuş. Ailenin Ereğli’de yaşayan fertlerinden konuşmuşlar biraz. Adamcağız gülümsemeye çalışıyormuş ama aynı zamanda ensesinden ince terler dökülmekteymiş.
Sonunda annem ve yengem sebeb-i ziyaretlerini açıklamışlar. Genç muavinin hizmetinden ne kadar memnun kaldıklarını, bu kadar seyahat ettiklerini ama böylesine bir izzet, ikram ve insanlık görmediklerini örneklerle açıklamışlar. Ortam biranda değişmiş. Şirket görevlileri hem rahatlamış, hem de şaşırmışlar. Şikayete gelene alışıkmışlar ama teşekküre gelene daha önce hiç rastlamamışlar.
Annemler Ereğli’de birkaç gün kaldıktan sonra Ankara’ya dönüş otobüsüne binmek için terminale geldiklerinde onları yolculamaya koşan akrabalarımızın dışında başka bir kalabalığa da şahit olmuşlar. Şirket görevlileri onlar için şatafatlı bir uğurlama merasimi düzenlemiş. Ben anlatanların yalancısıyım ama denir ki iki gelin olarak ayak bastıkları şehirden Belediye Başkanı gibi ayrılmışlar. El sallayan, arkalarından su döken ekibin gözlerinde hayranlık ve minnet dolu bakışlar varmış.
Eski Dost
İstanbul’da bir pazar günü geç bir öğle yemeği için en eski dostlarımdan biriyle buluşmuşum. Kuruçeşme’de deniz kenarında bir lokantada Boğaz’a komşu oturuyoruz. Birkaç saat sonra bir taksiye atlayıp alana gideceğim ve Brüksel’e dönüş yoluna düşeceğim. İstanbul’a ve dostuma veda etmeden önceki o leziz zamanın tadını ağır ağır çıkarasım var.
Dostum bildim bileli bağımsız, güçlü, şefkatli ve verici bir insan. Dünyaya yardımı dokunduğu için bazen kendi söküğümü dikmeye fırsatı olmuyor, o ayrı. Herkes de “o nasılsa halleder” diye düşündüğünden ona yardım etmek için acele etmiyor, hatta sürekli ondan akıl ve destek talep ediyorlar.
O kadar iyi niyetine, ince ruhuna ve sabah akşam koşturmasına rağmen yetişememekten, yeterli gelememekten yorulmuş. Yenik değil belki ama hayat yorgunu bu şahane kadın. Biraz boynu bükük, biraz kalbi kırık, “acaba nerede hata yaptım?” diye düşünüyor.
Dayanamadım. “Sen niye kendini bu kadar hafife alıyorsun ki?” diye başlayan uzun bir söyleme giriştim. “Öyle şahanesin ki, insanlar bence senin ışığından faydalanmak için önünde kuyruğa girmeli, hatta önceden randevu almalı” dedim. Bocaladı. Samimi fikrimdi oysaki dolduruşa getirmek değil ayna tutmaktı amacım.
Gittikçe büyüyen gözbebekleriyle dinliyordu. Nasıl mükemmel bir dost, saygı ve sevgi dolu bir evlat ve mucizevi bir anne olduğunu anlattım ona, nedenleri de sıralayarak. Gıpta ettiğim yanlarını, benimkine on basan cesaretini, yaratıcılığını, sanat ve hayat aşkını övdüm hararetle.
Gözleri doldu arkadaşımın. Samimiyetimi hissettiğini biliyordum. Konuşmama başlarken bildiğini sandığım gerçekleri önüne sermekti niyetim. Anlatırken anladım ki hakkında böyle düşündüğümü bilmiyordu. İyi geldi ona bunları benim ağzımdan işitmek.
Niye daha önce söylemedim diye hayıflandım ardından. Belki bildiğini sanıyordum, gerek duymadım. Bizim gördüğümüzü o da görüyordur diyordum. Halbuki duymak güzel, duymak ruhumuza iyi geliyor. Duymak geveze tereddütlerimizden, zavallı korkularımızdan kurtulmamızı sağlıyor.
Bazen hayat bize kim olduğumuzu unutturuyor. Duymak gözümüzü açıyor. Duruşumuz dikleşiyor, yönümüzü buluyoruz. Ne gözle görünmez ne de yalnız olmadığımızı anlıyoruz.
Eş
Eşim yolun taa başından beri yazma konusunda beni en çok yüreklendirenlerden olmuştur. Ona kalsa her işi bırakıp tam zamanlı edebiyat yapmam lazım, bana yakışan da, yaşam zevki veren de bu. Aynı aklı dinlersek, benim kara yerine su ortamında yaşamam da şart çünkü yüzerken yürümeğe kıyasla daha “yerini bulmuş” hissi veriyormuşum…
İki sene kadar önce, Deniz’den Hikayeler sayfasının hayata geçmesini takiben düzenli olarak yazmaya başladığımda da en kuvvetli destekçilerimden oldu eşim. İlk günlerde her yeni yazı sitede yayınlanır yayınlanmaz hemen görüşlerini bildiriyordu. Özellikle beğendiği bir cümleyi (genelde hep son cümle oluyor) ya da çiğ bulduğu bir anlatımı sıcağı sıcağına paylaşıyordu benimle. Bazen aynı fikirdeydik, bazen değildik ama her yeni yazıyı beraber didiklemeden edemezdik.
Zamanla tepkileri de yorumları da azaldı. Sanırım yazmak “normal” bir aktiviteye dönüştü, başkalarından da tepkiler gelmeye başladı, “Deniz kendi yağında kavrulur” dönemine girdik.
Bir sefer “sıkıldın mı?” diye sordum. Artık pek yorum yapmaz olmuştu, ilgisinin azaldığını ya da olumsuz bir eleştiriyle kalbimi kırmaktan korktuğunu düşündüm. “Olur mu hiç?!” diye itiraz etti. Gerekirse her yazıyla ilgili sayfaya görüş bildirebileceğini söyledi.
“Yalnız düzeltilmesi gereken noktaları yazarım” dedi. “Böylece stilini daha da geliştirmene yardımcı olabilirim.” Olumlu eleştiriyi bildirmeye gerek yokmuş, hem daha önce bana bu konuda genel görüşlerini aktarmış, özellikle şiirlerimin onun gözünde nasıl ayrıcalıklı bir yerde olduğunun altını çizmiş. Yani o kısmı zaten gani gani biliyormuşum, tekrara ne hacet!
“Bilmekle ilgisi yok aslında” diye düşünüyorum. Adımı da biliyorum ama bana ismimle hitap edilmesi, o çağrının yinelenmesi her defasında hoşuma gidiyor.
Edebiyat
Bazı yazılarımda beni etkileyen kişileri anlatıyorum. Bazen bir aile büyüğü, bazen komşu kızı, bazen arkadaş. Bazen lokantadaki bir yaşlı çift, bir otel çalışanı ya da konuşkan bir taksi şoförü. Bu satırlar benim o insanlara saygı duruşum bir anlamda. Aynı zamanda onlara kendi mucizelerini görmeleri için yürekten yaptığım bir çağrı.
Okuyanların bu tür yazılara tepkileri de son derece ilgimi çekiyor ve üstünde düşündürüyor. “Sayende kendimi Diva gibi hissederek dolaştım bir hafta boyunca” demişti bir arkadaşım. “Sen hakkımda yazınca başkaları da gelip güzel sözler söylediler bana” demişti bir başkası.
Bir otelin Ön Büro Şefi yolladığı teşekkür mesajında “otelimiz hakkında yazılan en şairane yorum bu!” demiş ve yazıda adı bolca geçen otel görevlisinin artık onlarla çalışmadığını, ancak kendisine ulaşıp yazıyı ilettiklerini belirtmişti. Ünlü bir tasarımcımızın yaratıcı gücünden etkilenerek kaleme aldığım bir hikaye dostlar sayesinde onun da eline ulaşmış. Bana iletilmesi için yolladığı mesajda “şu an Paris’teyim, yazdıklarımızı okuyorum ve gözyaşlarıma engel olamıyorum” diyordu.
Kim sevmez bilmiyorum İki tatlı sözü, özenle işlenmiş bir övgüyü ve samimi bir dışavurumu. Kim etkilenmez o paylaşımdan? Utansa da kızarsa da için için gururlanmaz?
Concierge
İstanbul aşığıyım ve onu uzaktan seviyorum yıllardır. Onsuz zamanımı onu çalışarak, ondaki gelişmeleri takip ederek ve bir sonraki buluşmamızı planlayarak geçiriyorum. O yüzden de İstanbul yaşamı, mekanlar, aktiviteler dediniz mi genelde hep hazırlıklıyım.
Yine bir İstanbul molası sırasında sevdiğim otellerden birine yerleşmişim birkaç gün için. Yabancı bir misafirim var, ona layıkıyla ev sahipliği yapmaya çalışıyorum ama hayatın karışık bir dönemi, aklım dolu ve allak bullak. Her zamanki planlı programlı halimin yerinde yeller esiyor.
Genç Concierge’e akıl sormaya gidiyorum akşam yemeği için. Karaköy civarında birkaç lokanta ismi var elimde, hiçbirine gitmedim ama haklarında yazılan görüşleri okudum. O adresleri ve yorumları bir çırpıda sıralayıp Concierge’den seçim konusunda bana yardımcı olmasını istiyorum.
Beni dinlerken biraz şaşkın, sanırım yurt dışında yaşadığım halde nasıl bu kadar takipçi olduğumu soruyor kendine. Benim bahsettiğim yerlerin birkaçını biliyor sadece. Bu sefer bocalama sırası bende, kafamda deniz derya bilgisi olan hafif de fırlama bir şahsiyet canlandırmışım herhalde.
Benim bahsettiklerimin dışında bir iki başka restoran isim veriyor genç adam. Tavrı hafif sıkılgan ancak belli ki sağlam bir adrese gidip hoş bir akşam geçirmemizi samimiyetle diliyor. Hali içime dokunuyor, kendi listemi rafa kaldırıyorum o an. Biraz konuşup onun bahsettiği iki yerden birini seçiyoruz. Rezervasyon yapıyor, taksiyi çağırıyor. Misafirimle yola çıkıyoruz.
Ertesi sabah kahvaltı salonunda gelip buluyor beni genç adam. Hemen “seçiminizden çok memnun kaldık, harika bir akşamdı” diye müjdeliyorum. Hafif utangaç gülümsüyor. “İzninizle size bir şey söylemek istiyorum” diyor. Başımla onaylayınca da devam ediyor:
“Dün ben kendimden çok utandım. Siz o bilginizle benim işimi benden defalarca daha iyi yapabilecek bilgiye ve zevke sahipsiniz. Size yeterince yardımcı olamadım ama sizi görünce neler yapmam gerektiğini, kendimi nasıl geliştirmem gerektiğini daha iyi anladım. Gözlerimi açtığınız için size teşekkür ederim!”.
Duygulanıyorum. Cesareti, açık yürekliliği etkiliyor. Yüreklendirici bir iki söz söylüyorum, İstanbul’u nasıl sevdiğimi anlatıyorum. O yüzden bu ilgim, merakım. Heyecanım ona da bulaşıyor derken. Ne mutlu!
Laf arasında akşamki lokanta tercihimi de paylaşıyorum. Rezervasyon ve taksi görevlerini sevinçle üstleniyor. İyi günler dileyip ayrılıyor.
Akşam taksimiz tam istenilen saatte kapıda bizi bekliyor. Şoföre adres bildirilmiş, kapılar açılıyor. Tam binecekken küçük bir kağıt parçası sıkıştırıyor elime Concierge ve açıklıyor: “Belki siz de bilirsiniz ama neme lazım diye not aldım. Lokantanın en çok beğenilen mezeleri burada yazılı, belki tatmak istersiniz diye düşündüm.”
İki çift ışıltılı göz bakışıyoruz. Düne kadar iki yabancıydık, bugün yakınız.
Düşünüyorum da…
Neden gerektiğinde takır takır eleştirdiğimizi sorgulayınca aklıma bir sürü sağlam ve geçerli sebep geliyor: Özgür düşünce ve kendini ifade etme çerçevesi dahilinde bir hak bu öncelikle. Kimimizin içinse hep tetikte bekleyen bir dürtü bu, olmazsa olmuyor; guguk kuşu zamanı geldiğinde yuvadan fırlayıp kritiği yapıştırıyor.
Bazımız daha çok düzeltme, iyileştirme, hatta mükemmelleştirme derdinde. Onun için eksiği gediği dile döküyor. Çocuğunu iyi yetiştirmek, sevgilisini adam etmek, komşusuna görgü kurallarını aşılamak istiyor.
Çoğumuzun niyeti iyi ama bazen dengeyi tutturamıyoruz. Yapıcı eleştiri yapayım derken sitemkar ve zor beğenir durumuna düşüyoruz. Bazen de tarzdan kaybedip kaş yapayım derken göz çıkarıyoruz. Karşı taraf “ağzımla kuş tutsam yaranamayacağım” deyip uğraşmaktan hepten vazgeçiyor.
Olumlu eleştiri ve övgüye gelince, o alanda niyeyse hem pinti hem de acemiyiz. Halbuki baş vermeye başlamış tohumu sulamak, yeşereni beslemek, örnek davranışı alkışlamak gerekmez mi? Ancak hislerimizi dile dökmeye gelince iş nedense isteksiziz.
İşin ilginci övmek, samimi iltifatta bulunmak konularında ne kadar idmansızsak, o tatlı sözlere yanıt vermekte de o denli yetersiziz. Aşağıdaki örnekler tanıdık gelebilir:
“Saçın çok güzel olmuş bugün!”
“Yok canım, azıcık hacimli fönle dedim adama ama nerede… İki saate söndü bitti tüm havası!”
“Bu elbisenin kesimi sana çok yakışmış!”
“Şaka herhalde… Bu ay kilo almışım, baksana göbeğim nasıl da çıkmış. Ah şu boğazımı tutmayı bir öğrenemedim ya ben ona yanarım.”
“Yokluğumda işleri üstlenmişsin. Sayende hiçbir gecikme yaşamadık. İnceliğin için çok teşekkür ederim.”
“Abartıyorsun ama, benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı.”
İsterim ki güzeli, hayran olunalı, ilham vereni samimi sözcüklerle övmekten kaçınmayalım. Kişi farkındadır zaten, biliyordur sanmayalım. Duymak hepimize iyi geliyor.
İsterim ki yürektekini dile dökmeyi geciktirmeyelim. Sıcağı sıcağına söyleyelim. Övgü aldığımızda da yeni gelin gibi utanıp sıkılacağımıza karşımızdakine gören gözleri ve tatlı dili için teşekkür edelim.
Yapış yapış duygusallık değil bu, insanlık sadece. Güzeli övmek onu görmekten geçiyor üstelik. Güzeli görmekten alıkoymayalım kendimizi…
Brüksel, Ekim 2014