Kitapçıları seviyorum. Raflarını, tezgahlarını, afişlerini. Toz kokusunu, kağıt hışırtısını, eğilmiş başları, kitaba uzanan elleri. Kitap sırtlarını, kitap kapaklarını, sayfa çevirirken yarattığımız küçük rüzgarı seviyorum.
Brüksel’e taşındığım ilk yıllarda Fransızcam varla yok arasında gezinirken biraz hüzün, biraz da özenle seyrederdim kitapçı vitrinlerini. Bırakın içine dalmayı daha ismini dahi telaffuz edemediğim kitaplar, yeni/eski yazarlar, kitapçıda çalışan genç ekibin hevesle yazıp kitaplara iliştirdikleri küçük notlar hep ağzımı sulandırırdı. Bu muazzam dünya keşfedilmeyi beklediğini fısıldayarak el sallıyordu bana mütemadiyen, inceden inceden de meydan okuyordu.
Dili öğrenmek günlük hayatı, iş ilişkilerini ve sosyal yaşamı canlandırdığı gibi kültürel bağları güçlendirerek zenginleştiriyor bizi her gün. Önceden İngilizce çevirileri yoluyla tanıdığım Fransız yazarlara anadillerinde yeniden kavuşmak kadar daha önce hiç adını duymadığım çağdaş yazar, şair ve gazetecilerle de tanışmak otuzlu yaşlarıma doğru ilerlerken zihnimi de gönlümü de çiçeklendiriyordu. Kimi zaman arkadaş önerisi, kimi zaman edebiyat eleştirileri, bazen de dost tavsiyesiyle kısa zamanda birçok edebiyatçıyla söyleşme fırsatı buldum onların satırlarını afiyetle yalayıp yutarken.
Bazen her üç cümlede bir sözlüğe danışarak, bazen tembellik yapıp tahmine bağlayarak, bazen tamamen kaybolup yeniden başlayarak. Gözümün kağıda dokunması, parmağımın sayfayı çeviren hareketi, bir kitapla el ele tutuşup bu dünyadan gitme hissi hep çok iyi geldi bana. Birken iki, hatta daha çok olmak, hem bugünde hem b aşka zamanda aynı anda var olmak, kanepede/sahilde/ağaç gölgesinde yayılırken aynı zamanda göklerde uçup kendim dahil her şeye dışarıdan bakabilmek. Daha ne ister ki insan?
Üstelik en az bu uçuşlar kadar güzel ve aydınlık geri dönüşleriniz. Kitaba başlayan sizle bitiren siz aynı kişi değilsiniz. Yoğruluyor ve biçimleniyorsunuz. Yolculuktan biraz yorgun ama çokça aymış dönüyorsunuz. İçinizde bir yer doluyor, bir boşluk kapanıyor. Kabarmış bir yanınızsa ödemini akıtıp soluklanıyor. Olgun bir dengedesiniz – üstelik kendiliğinden oldu her şey, ölçüp biçmediniz.
Malum fenomen yüzünden hayatlarımızın yeniden şekillendiği bu süreçte bir zamandır kitapçıya gidemedim. Evdeki stoklarımı erittim ben de, arkadaşlarımın verdiği kitaplardan okudum. Epey de idare etti beni, yalnızlık da eksiklik de hissetmedim.
Bu sabah ama zordu biraz. Çok özlediğim ve muhtemelen bir süre daha göremeyeceğim bir dostumla telefonda konuştum. Bu ay kaybettiğimiz iki insandan da bahsettik. İlki yıllar önce ayrılmıştı aramızdan, hem de çok erkenden. İkincisi de birkaç gün evvel. İki hikaye de bir sürü yüreğe ve hayata çarpan cinsten.
Bilmiyorum o konuşmanın düşündürdükleri mi, birikim mi, yoksa günlerdir buraları etkisi altına alan sıcak ve bunaltıcı hava mı dürttü, sığamadım eve. Sokağa attım kendimi taze ekmek alma bahanesiyle. Burun ve ağızları örtülü yüzler arasında adımlarken bin bir düşünce hücum etti aklıma. Gerekli gereksiz konuştular.
“Artık her zaman umutlu olmayı beceremesem de dayanıklı olmaya çabalıyorum” demişti bir arkadaşım dün, onu hatırladım mesela. Geçen hafta Fransa’da kaldığımız otelde valizlerimizi taşımak için bizden izin isteyen çalışanı sonra… ki onaylayınca ellerini dezenfekte edip geri gelmişti yanımıza. Koyu renk takım elbiseli ve siyah kumaş maskeliydi, kırk derecenin üstündeki sıcakta koşuşturuyordu. Bahşiş vermek için ben de izin mi istemeliyim diye düşünmüştüm, malum dokunmak artık riskli.
Tenha sokaklarda kuru yaprak, izmarit ve ambalaj kalıntısına ek olarak sürünen mavi tek kullanımlık maskelere takıldı sonra gözüm. Onların bile yaşanmışlıkları var şimdilerde. Zaman akmak fiiline ne kadar da yakışıyor diye geçirdim içimden.
İşte tam da o an bir kitapçıya koşmak ihtiyacı belirdi içimde. Bugün resmi tatil olmasına rağmen açık bir adres de buldum şansıma. “Yardım ister misiniz?” diye sordu satıcı çocuk. “Yok” dedim “biliyorum aradığım kitap beni bulacak”. Gülümsedi anlayışla. Kitap delileri tanır birbirini ilk bakışta.
Yarım saat kadar sonra elimde “Buluşmalarımız” isimli kitapla beraber hep çok sevdiklerimi getirdiğim Toucan lokantasının terasında oturuyordum. Arnavut garson Adrian kısa bir durum değerlendirmesi ve hoşbeşten sonra hissiyatımı sezmiş olmalı ki beni kitabımla baş başa bırakıp içeri çekildi. Yaşıtım Fransız kadın yazarlardan birinin yeni çıkan romanı bu. Beni onu ilk keşfettiğim ve Fransızcam yetmediği için okuyamadığım yıllara götürüp getirdi.
Açtım ilk sayfayı. Doksanlı yıllarda Sorbonne Üniversitesi’nin koridorlarında rastlantısal bir buluşmayla başladı hikaye. Öyle kilit bir andır ki hani hissedersiniz; hayat değişecektir o noktada. Kahramanlarımızın tanışmasıyla beraber şiirselleşti dili yazarın. Akmak fiili edebiyata ne kadar çok yakışıyor diye geçirdim içimden.
İki saat ve çok sayfa sonunda hesabı istediğimde ben biraz farklı bir bendim. Yüzümde bir ışıltı, içimde nedensiz bir ateş. Adrian da belli ki bahşişe sevindi.
Kitabı çantama koyarken arka kapağındaki cümle takıldı gözüme: “Hayatta birçok kere sever insan ama tek bir kez aşık olur”.
Doğru mu dersiniz? Ben bilmiyorum. Dayanıklılığa saygım çok ama umudu hep zirvede tutan cinstenim.
Brüksel, Ağustos 2020